Düşlerin Tünediği

000027

Fotoğraf: NY

Dünyanın bir hayal olduğunu, mutlak bir zihnin hayal gücünün ürünü olduğunu sezmiştim. Algılarımızın bizi aldattığını, çevremizdeki nesnelerin var olmadığını, bizzat da bizim de var olmadığımızı ileri sürerek[1] başlıyorum temele ilk kazmayı vurmaya. Ki bütün bu göğe yükselen ve arzın kalbine inen yapıların amacı değil midir aksini ispat etmek?

Dünyayı somutlamak. Gördüğünü örerek yani eylemlerle varlığını desteklemek. “Yapma”nın insanı dünyaya yapıştıran bir yanı var sözlüklere göre.[2] Bu gizil anlam yüzünden dünyaya kök salmanın inşa ve imar ile mümkün olacağını düşünmüş olsa gerek insanoğlu. Heidegger’in tabiriyle “Senin ve benim var olma biçimimiz, bizlerin dünya üzerinde var olmamızın biçimi oturmadır. İnsan olmak demek, dünya üzerinde ölümlü olarak var olmak, yani oturmak demektir.”[3] Oturma eylemi ise yerleşme, yer edinmeyle beraber ortaya çıkar. Göçebelerin “otur oturduğun yerde” tabiri; yerleşik hayatın, büyük ırmakların kenarlarında üst üste yığılan kerpiçlerin yolunu açmış olmalı. Çünkü evi yükselten belli bir gücün yerinde ısrarıdır; bu, yerle göğü, tanrısal olanla ölümlüyü yalınlıklarında eşyalara getirme gücüdür. Bu gücün ısrarıyla zamanı hapseden, kaydeden mekân inşa olur. İnsanın duvar örmesi, evreni kendine yaklaştırarak çözümlemesi demektir. Çünkü o kapalı kutu -kimi zaman tek göz odadan müteşekkil bir kulübe dahi olsa- küçük bir kozmostur. İnsan, seçilmiş anlamları birbirine karıp yekpare bir duvar haline getirir evde.

Yani sadece ihtiyaç üzerine (hava şartlarından korunma, saklanma, bir arada bulunma, biriktirme vs.) bina edilmiş değildir ev, mekânın insanoğlunu çaresiz gurbetinden alıkoyacağı da sanılır. Bu sanrıyla birlikte mekân, insanın hem felâketini hem meydan okumasını doğurur. Bu felaket ve meydan okumalar başka bir yazının konusu. Mekânın estetize olması, orijinalliği, pragmatik karşılığının bulunması, çığırtkanlığını yaptığı düşünce yahut ideoloji, hatta din… Sanatçının/mimarın söylemek istediğinin karşılığının olup olmaması… Bunları da bir kenara bırakalım.

Mekânın, içindeyken mutluluk duyduğumuz yahut yalnızlık hissettiğimiz bir şiir olması gerekmez mi Bachelard’ın dediklerinden yola çıkarsak?[4] Hayatımızın bir döneminde ya da çok kısa bir an, içinde bulunduğumuz tüm yapılar için “bizi dünyaya bağlar, ayağımızı toprak üzerinde sabitler” diyebilir miyiz? İmar* kelimesinin geldiği “şenlendirmek” fiiline bakılacak olursa, mekânın samimi bir yer olması beklenir. Kelimelerin anlamları, daha tuğlalar üst üste koyulurken gerekli yerlere direkler, kirişler konurken ölüyor. Yazın diline çevrilemeyen, ketum ve unutulmuş dilleriyle dönemlerinin heybetini susarak muhafaza eden yapılar içinde mahkemeler, zindanlar, mezbahalar da vardı. Sığınmak için, vahşi olandan ayrılmak için örttüğümüz kapılar her zaman aydınlık odalara açılmıyor demek ki. İnsanın dünyasını somutlarken, göğe merdiven dayarken bir yandan da kötülük sarayları, dehlizler tasavvur etmesi de imar mı?

Mekânın içtenliği, doğanın tüm gücüyle kapımıza dayandığı zaman ortaya çıkmaz mı? En azından Baudelaire böyle düşünüyor kışın evin içtenliğine sığınırken. Ancak aklın köşeleri gibi mahzenleri, tavan araları vardır evlerin; ürkütücüdür ve insanın kendi ile yüzleşmesidir aslında. Piramitler, Tac Mahal vs. gibi yapıların ennihaye içinde göğe ermeyi dilemiş ölüleri barındırdığını biliriz. Ölüm geldikten sonra, ölüyü yücelere eriştirmek yarışı başlar. Din indikten sonra dini kendinden yukarıya kaldırma yarışı da biraz böyledir. Hem ayağını arza sabitleyecek hem de ilahi olanı yoklayacak, dikeydir bu yüzden yapılar.

Her şeyin bir yeri vardır, her yer bir şeye aittir, her şey yerine oturur, her yeri dolduran bir şey vardır; yeri, her yerin sahibi, her şey…[5] Bugün her yeri doldurduğumuz vakî, lâkin her şeyin yeri olduğu konusunda bir şey söylemek güç. Talep edilen ne ise onun yeri var. Varlığı oturmakla/inşa etmekle ilişkilendirirken yıkım makinesine dönüşen yığınları ne ile açıklayacağız?

Bugün öksürük sesi duyulacak denli yakınlaşan duvarlarıyla ev, düş barındıran, düş kuranı koruyan, dinginlik içinde düş kurmamızı sağlayan[6] bir yapı değildir. Sıkış tıkış şeylerin bilgisini, ruhunu ve alışkanlıklarını muhafaza eden malzeme yığınıdır. Ev, artık zamanı kaydetmiyor, soğuruyordur. Belki bu yüzden yol açtığı bozulma bir evden diğer eve, ardından şehre sirayet ediyor, her nasılsa birlikte yaşama-medeniyet fikrinden zuhur eden şehir, ruhsuz ve viran hâl alıyor. Sanırım modern kentlere bakarak, yaparak yıkmak tabiri kullanılabilir. İster sade ister mübalağalı bir şekilde inşa edilmiş olsun ev, kendi halindeki anlaşılabilirliğinden ve özgül anı kaydedici görevinden ayrılmıştır.

Cruz’un Mezbahanın Mimarı’na[7] söylettiklerine bakarak “modern dünyanın mimarı öldürme makinesi tasarlayan, böyle bir talebi karşılayan işçiden farklı değil mi artık” sorusunu sorabiliriz. Mimar kendi kendine konuşurken bugün yüz katlı gökdelenlerin talep edilen standart mezbahalardan farkını bulmaya çalışıyorum. Teknik mükemmellik, estetik ve pragmatik karşılıklarının yanında; dün insanoğlunu yabandan ayıran duvarlar, bugün yıkımın demir ayaklı devleri halindedir.

Bulunduğumuz yerden kalkıp pencereden bakarsak, şehir adı altında üst üste yığılmış cesetlerle büyüyen bir mezbaha görebiliriz. Kesilmiş hayvan kafaları gibidir birbiri üzerinden görünen çatılar. Artık duvarların ve kapıların ahlakından bahsedemeyiz. Üzerine kapatıldıktan sonra, tasarlanan şeyin insan ve eşyayı hıfzetmek yerine kabzettiğinden hele hiç.

Şöyle sorduğunuzu duyar gibiyim: Peki “düşler yükseğe tünemeyi sevmez mi?”[8] Ne kadar yükseğe ve nelerin üstünden?

Nergihan.

Hece Dergisi 221, Mayıs 2015, Edebiyat ve Mimari Dosyası.

*İmar, “mamur, umran” kökünden geliyor. (ﻣﻌﻤﻮﺭsıf. (Ar. ‘umrān “bayındırlık”tan ma‘mūrGelişip güzelleşmiş, bayındır duruma gelmiş, şenlikli: “Eskiden İstanbul şehri bu asil, bu kanâatli âşinâların varlığı ile ne kadar mesut, ne kadar memnun ve ne kadar mâmurdu.” (Sâmiha Ayverdi).


Dipnotlar:

[1] Julio Baquero Cruz, Mezbahanın Mimarisi, YKY 2003.

[2] Nişanyan Sözlük’e göre:

Yap- “1. kurmak, inşa etmek, duvar örmek, 2. örtmek” fiilinden evrilmiştir.

Eski Türkçe, temel anlamı muhtemelen “örmek” veya “örtmek” olup, “eylemek” anlamına genişlemesi Batı Türk dillerine özgüdür. Türevlerde 1. “keçe, yığın veya tabaka halinde yün” ve 2. “yapışmak, üst üste binip kaynaşmak” anlamları mevcuttur.

[3] Heidegger, “İnşa Etmek, Oturmak, Düşünmek”, Cotigo, Kent ve Kültürü (çev: Olcay Kunal), sayı:8, s. 69, 1996.

[4] Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, İthaki Yayınları, 2013.

[5] Julio Baquero Cruz, Mezbahanın Mimarisi, s.28, YKY 2003.

[6] Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, İthaki Yayınları, 2013.

[7] A.g.e., s. 59.

[8] Şair Andre Theuriet.

Yorum bırakın