Basit olay: halkanızdan bir boncuk düşüyor kırklar bekleyebilir, yediler bekleyebilir yedinci katında ölümün, kalkmıyor işte artık şafak sökmeden en ilkel erkek hücresinden dişi hücresine can atıyor ve aldığı canı yedinci kattan düşürüyor anlatmak isterim:
İ.
olaydan sonra anlamışlar olay: kürtaj üzerine düşünmek için çok mu geç bir olaydan sonra anne-baba unvanı bu kadar kolaydı kutsal kabul ettikleri her şey üzerinde bulaşık bir meni. insansuyu doğdu, kımıldandı kaynağını aşıp gitmek için aşamayan çürüksu. çürükinsan. olaydan sonra anlamak olmuyor o. çürükinsanı gömmek odaya, halkaya, ümitsizliğe.
anladım ki herkes kendiçürüğü başka temiz suların önünde durarak unutuyor en ufak bir hareketi bile anormal kılmak bulanık sular için bir cihaz, bir ilaç kısırlık için aklın çatlağında -debisi öfkenin- Bul iki iyiden birini.
olay: üzerine bastığı ile üzerine basanın aynılığı özendirelim intiharı yolu öldür, yolculuğu öldür, ateşten nehirleri ölüdür biraz da içimizdeki endişeli nazilerden bahsedelim. taraf seçeni ölü, halka içindeki ölü, ezberi ölü
yumurtaya düşman olaydan çok sonra: baştan başladı insanyapımı.
Kadın hayatı mutfak penceresi ile apartman boşluğu arasında bir yerdedir bu kadına uydurulmuştur:
Saksılı güneşli boşlukta cılız bir ağaç gibi tutunur kadın korselerin belimizi ince göstermesini anlatır, övünür bununla. korseler meşhur bir belden az meşhur bir bele doğru daralır.
yeniden kusmaya başlayana kadar yuttuğum sözcükleri tıka basa yemek istiyorum bütün yemek fotoğraflarını, bütün sunumları, örtüleri, incecik porselen takımlarını yemek, yemek ve nasıl dolacaksa sözcüklerin açtığı boşluk bilincini yitirmiş bir mide olarak yukarı aşağı çekip ekranları çiğneyerek yenebilir çiçekleri, çubuk tarçını, organik suratları, bin bir türlü insanlık sosuna bulanmış suratları keşke daha çok ağzım olsa da kelimelerin boşluğunu kapatabilsem neden bu kadar çok sözcük var, milyonca beğeni ve ucu ısırılmış kruvasan şimdi gidip ölçülecek ve sonra bütün fotoğrafların kahvaltıları sona erecek.
China Bone fincanları apartmanların boşluğuna düşürerek 19. yüzyılın kalbini kıracağım. önceki hayatta da sunum için giyilen korse yüzünden ölmemiş miydik tabakların masadaki düzeni yüzünden, insanların öteki insanların hayatındaki düzeni kadınların belirsiz zarif adımlar atmaları yönündeki talimatlar kadınların sigara içip küfür etmeleri yönündeki talimatlara dönerken apartmanlar Fransızca aslındaki gibi. Boşluk dolmayacak. Fincan kırıkları, yemek artıkları, boşluk. Neden bu kadar çok sözcük var? Söyleyecek tek bir söz bile yok kitaplı kahveler üzerine.
Komşunun tabağını dolduracak kadar nefret böceklerin çiçeklerden çok kullandığı bir saksı binlerce bölümlük ihtiras zincirine denk geldim: Mutfak bezinde, ekmek bıçağında, insansı bir şeyler arıyorum. kendimi yediğim hıza yetişecek bir şeyler her şey hallolacak Haydi süslensin tabaklar!
Aydınlanmış Metin:
Her şey müstehcendir yeter ki bir fotoğrafı olsun: Yoksulluk pornosu, komşuluk pornosu, ölü arkadaşla çekilen son özişkence Her şeyin bir kâbusu bulundurulur Düşünmemenin gergin yüzünde Mutluinsan kurulabilir İnsanlık çukurlarla dolu, Buradan botoks hakkı doğabilir İnsanlık zıpladıkça düşmüyor, Bıçağın ucundaki kadınlar zıplayınca -çekirge bir iki üç- Erkekleştikçe insanlaşabilir –çekirge atlamak için pencereler- Kendine dair izini kaybedebilir yeter ki galeride bir fotoğrafı olsun:
Müstehcendir varlığın izi, kolay parçalanabilmesi bundan.
Elif Sofya bir şiirinde ” Yaşamak ara sıra ses çıkarsın istiyor insan”1 diyor. Her şey birden sessizleşince çok daha iyi anlıyorum bu mısrayı. Sevinç kalıcı değil, havaya dağılan pudra tanecikleri gibi, acele edip üfleyince de elinde pek bir şey kalmıyor, sevincin pembe tozu biraz. Oysa ne zor bir araya getirilmişti sevinç olacak tüm o somut sebepler. Sıkıştırılmıştı bir kutuda, bekliyordu vaktini. Vaktini beklerken eskiyen şeyler gibi tuhaf-bulutsu-sarhoş bir koku sinmişti üzerine. Bu kadar beklediği şeyi saçıp savurur mu insan?
İngilizcede “the apple of someone’s eye” şeklinde bir ifade var. Biz buna “göz bebeği” diyoruz ama ne yalan söyleyeyim, “birinin gözünün elması” olması kadar çocuksu ve şiirsel değil bizimki. “He is the apple of my eyes.” Evet, kendisi benim gözümün elması olur. Tamam tamam, hemen çevirmenler isyan etmesin. Burada dil içre bir şeyler yapmak niyetinde değilim. O benim gözümde bir ağaç zaten, dalları her nerede isem oraya uzanan bir ağaç. İngilizce tabirin daha güzel görünmesi tamamen bundan. Güzel elması gözümün.
Bazen ağacın gövdesi çok uzak olur, soğuk olur, küs olur. Bir oyun vardır: Biri bir şey saklar, onu ararken yaklaşırsan “sıcak” der, uzaklaşırsan “soğuk”. İşte ağacımın dalları sıcak, gövdesi soğuk. Benden saklanan gövdesine şimdilik ulaşamıyorum. Ancak tüm o uzaklığına rağmen bir şekilde merhametini duyuruyor bana. Gövdesinde yalnız mavi bir ateş yanıyor ağacımın. Soğuk bir ateş. Ne kadar soğuk olursa olsun o gövdeden bana doğru dallar çıktığını biliyorum. Bu dünyanın en güvenilmez bilgisi ayrıca. İnsanı kendi sanrısında boğabilir de. Zihinden çıkan kırmızı duygu ipçikleriyle bu bilgiyi yoklayabiliyorsun bir şekilde. Bu ipçiğe “Nergi” demiştim uyduruk sözlüğümde. Ben kendimi uydurabilirim. İsmimi de uydurmuştum zaten. Sınırsız evrende sonsuzca bir kelime uydurmuştum kendime. Üzerime oturur oturmaz da beni sınırıma götürmüştü. Ağacımın dallarını ilk orada görmüştüm. Hayret ile bakakalmıştım. Ancak onu anlamamıştım, çünkü bilgisine sahip değildim. İnsan bilmediğini talep edemez. Ne kadar sınırlı olduğumu o zaman fark etmiş, nefret etmiştim bundan. Ben kendimi sınırsız evrene göre uyduruyordum, nasıl olur da sınırlı olurdum. “İki gözümün elması”na ulaşabilmek için sınırlarımda savaştım durdum, yenik bir hükümdardım artık, ne zamanki bana dahil olmak istedi, o zaman ben de ulaştım hemdembilgisine. [Hemdembilgisi: siz ona kolektif bilgi, kolektif akıl diyorsunuzdur.]
Her şeyin ve herkesin zihninin yakamozlar gibi oynaştığı bu âlem, tıpkı “iki gözümün elması” gibi sarhoş etti beni, şaşaladım. Yeniden kendi sınırlı bedenime, sınırlı bilgime dönmek gücüme gitti. Bir kere o dalın meyvesini tadan iflâh da ıslah da olmaz diyordu eski şairler. Ne demek istediler anladım. Bir daha geri dönmeyeceğim.
Bugün de dua defterine şöyle yazacağım: Allah’ım bana bir ağaç nasip ettin, gölgesini de nasip et… Gölgesini, sonsuza uzayan dallarının gölgesini…
***
“Sızlanmadan ne söyleyebilirim: Sen bana bir şey söylemeyince, Kimse bana hiçbir şey söylemiyor.“3
8 Temmuz 2022. Bugün dua defterine şöyle yazdım: “Allah’ım bize yüksek bir anlayış ver, bize kendimizin en iyi ve en hayırlı haline geçebilmeyi nasip et”. Çünkü her şey nasip işi biliyorum, her manevi rızık da maddi rızık gibi nasip işi. Nasibi görebilme işi… Ve her şeyin sonuna güzel bir nokta olarak: “Amin”.
*** Glayöl çiçeğinin adı gladyatörlerden geliyormuş. Hani şu savaşçı kölelerden… Yaprakları kılıç gibi sivri, kağıt gibi incecik ve yassı. Sonra öyle çiçekler veriyor ki o gövdenin her yanından insanın başı dönüyor zarafetinden. Bu kadar zarif bir çiçeği savaşla/savaşçıyla anmak da ancak insanın çirkin aklının bir ürünü olsa gerek.
***
Bir şiir* yazmıştım her şeyin olduğu yerde saydığı zamanların birinde. Yaptığı işin en iyisini yapmaya çalışanların, kendi olarak insanlık için bir adım atanların kurşunlara gelmediği hiçbir yıl olmamıştır bizim ülkemizde. Bu yıl her zamankinden kötü demeyelim, neler olduğunu yazan kişisel tarihçeler mevcut maalesef. Bilmesek bugünün en kötüsü olduğunu zanneden talihimize kızacaktık yalnızca. Ne zamana denk geldik diye. Öyle değil, öyle hiç değil.
İnsan olmanın, insan kalmanın bu kadar güç bir şey olduğunu hiç düşünmemiştim. Yalnızca benlik sınırlarımızı korumamız gerektiğini zannediyordum. Çok safmışım. Beden sınırlarımızı koruduk da kaldı benlik sınırları. Seç beğen al, hangi alet işler ölüm görünür, hangi ağza sığar ‘bir heveslik cinayet’. Klavyeler kaleme tercih edileli beri, insan yazdığını okumadan gönderiveriyor uzaya. Uzayda bir şey yok olmaz bilmiyor, hem cahil hem kötü. Klavyesi izin veriyor, o biri ölsün çünkü böyle duymuş hakkında. Oysa kalem hatayı silmek için bakmana müsaade ederdi. Şimdi kimsenin dönüp bakmaya ihtiyacı yok, uzaya fırlattığı malumatın kendisini de vuracağından haberi yok.
Dalları malumat olan bu “Hiç Ağacı” bütün ağaçların, bütün canların suyunu kurutuyor. Bu plastikten, bakırdan vesair metallerden müteşekkil, görünmeyen ağacın dalları her yanımızı sarıyor. Sözde o da ağaç ama hiç rahmeti, gölgesi yok, yalnızca dalının ulaştığı yere karanlık taşıyor. Her şey oluyor da bize bir türlü inmiyor körleşmemizin bilgisi. Sözlüğü açtım, “fark etmek” nedir diye bir daha baktım: “1. Görmek, seçmek. 2. Anlamak, sezmek. 3. Değişmek, başkalaşmak. 4. Ayırt etmek.” anlamları yazıyordu. “Görmek” ile başlayan kelimenin “değişmek”e varması ne güzel değil mi. Gören, değişir. Gören aynı kalamaz. Ayrımsayan, ardını görendir. Oysa bir illüzyon içinde debelenip durmaktan başka nedir ki coğrafya?
Sürekli tekrarlanan bir ölüm repliği gibi ülke. Birer isim ve fotoğraftan ibaret sandığımız uzaklara üzülmenin, onlar için bağırmanın yekten bir ahlak çöküşüne ne yapabileceğini düşünüp duruyorum. Her yerimi acıtıyor bu fikir. Çünkü farkındayım göz bağının.
BENÇAĞI İLLÜZYONLARI*
Kutsanıyor kalabalıklar işte yine. Korku alayında akıyoruz insanlarla. Kolayca bir çocuğun içi dolduruluyor Herhangi bir çocuk Kimse çıldırmıyor. Kahretsin!
İmdat frenini çekiyor sonunda biri Gelen kimse yok.
Kendimizden dönerek Kutsandık bir başkası için Bir ateşin içinde Koyulaşıp gölgelendikçe Kıyamet bilgisini doğrulayan çocuklar olduk Parklarda karadelikler bulundurduk Ağzımızın kenarında kimseye ait olmayan odalar İhtiyaçtan dövünürken İhtiyaçtan bilenirken birbirimize Denge adına yıktığımız duvarlarda yepyeni bir resim: “Düşkünler Bandosu”
Metalik renklerle yükseliyor sabah Döndürüyor panik halinde gezegeni Deneyelim kendiliği şimdi Elimizde ne var: Mekanikleşmiş kanıksamalarla Taklidi ağlamanın yine.
* Nergihan Yeşilyurt. (Herhangi bir yerde yayınlanmayan bir şiir, tarihini ben de bilmiyorum, ancak her zamanı anlatıyor, nihayetinde oynadığımız parklar değişse de biz yine kendi kıyametini kollayan çocuklarız.)
Bir Ses:
Ve Haberler:
Buzdokuz 12 dedi. Ben de “Müstehcen Varlık” adlı bir şiir ile bu sayıdayım. Hasan Bozdaş‘ın şahane bir şiiri var: “Ölümün İzdüşümü”.